Büyük yürüyüş, Günden çıkanlar, Hasar tespiti, Şifa niyetine

..

Bir, bir buçuk aydır yürüyorum. Günde yaklaşık 2.5 km.  yürüyorum. Tamamını bir keresinde değil tabii,  tüm günde. Yürüyüşün büyük kısmı akşam parkta geçiyor. Arada oturup dinleniyorum. Oturuyorum da kalkamıyorum. Kroke olmuş boksörler gibi bankta öylece kalıyorum. Dakikalar geçiyor, banklar boşalıyor; kalkıyor, parkta bir tur daha atıp eve dönüyorum.

Yalnız başına oturmuyorum neyse ki, ara sıra uğrayan bir arkadaşım var. Aramızda mesafeli bir arkadaşlık var. O keyfi isterse geliyor, ben canım isterse çağrıyorum. Genelde biraz sohbet edip öylesine oturuyoruz.

a1

a2

a3

 

Evet kedi sevmede biraz acemiyim, neyseki o da müşkülpesent bir kedi değil. Görmüş geçirmiş, sevmiş sevilmiş belli.

Dönüş yolu yorucu oluyor. Çoğu zaman ayaklar hiç kuvvetlenmiyecek gibi geliyor.  Çok uzaklarda bir yerlerde savaşta esir düşmüş de evine yaya dönenler gibiyim. Bir evim hala var mı? Dönünce ne bulacağım bilmiyorum. Şimdilik sadece yürüyorum Kartaltepe’de; parkta, ara sokaklarda, caddelerde

 

 

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Hayal meyal, Hikayeler, Şifa niyetine

..

Aslında uzun süredir anneannemi yazmak istiyordum.  Satranç ve hayat üzerine iyi bir şey yakaladım zannetim, ama girizgah uzun olunca hepsi aklımdan gitti. Belki de sıradan şeylerdi de bana öyle gelmişti, neyse.

Uzun hastalık dönemlerinde yapılacak şeyler çok fazla olmaz, hele dolaşamayacak haldeyseniz ve yatmak zorundaysanız – işte satranç böyle zamanlarda insanı oyalayacak nadir şeylerdendir. Eskiden yayınlanan bir satranç dergisi vardı, içinde büyük satrançıların turnuvalarda oynamış oldukları oyunların notasyonları olurdu. Tek başına satrançla oyalanmanın yollarından biri de buydu. Satranç kitapları ise bir başka yöntemdi. Bu elbette bir satranç oyunu değildi. Hamlelerin çoğunu neden yapıldığını anlamadan oynar geçerdiniz. Henüz satranç oynayan bilgisayarlar icat edilmediği zamanlardı.

Dünya kadar açılış ve onların varyasyonları vardı. Kendi kendine satranç öğrenen birini çaresiz bırakacak kadar çok. Bu açılışların mantığını yazana ise pek rastlamadım. Profosyeneller bir şekilde bilirdi ya da o sınırsız gibi gözüken hafızalarıyla ezberlerdi herhalde, bilemiyorum. Böyle bir kitap aramama rağmen bulamamıştım, hep dağınık bir kaç bilgi kırıntısı kitapların orasına burasına serpiştirilirdi.

Bir ünlü partiyi oynarken kırkıncı ya da ellinci hamleye geldiğinizde notasyonda çoğu kez şöye bir açıklama ile karşılaşırdınız “Kasparov (atıyorum) Ve5 yapmayarak (yani veziri e5′e sürmeyerek) Ad7 (Atını d7 karesine oynadı) yaparak herkesi şaşırttı.”  O zaman içimden  “Hayda – yok artık, bütün bu hamleler önceden bilinen, ezberlenmiş hamleler miydi yani?”, derdim. insanı satrançtan soğutan bir şey. Bir çok açılış içinden, birinin bir çeşidi oynanmış ve o tüm çeşitlemeleri ile 40-50 hamle herkes tarafından ezberlenmiş. Her şey böyle en ince ayrıntısına kadar ezberleniyorsa oyun neredeydi? Ezber fakiri satranç meraklısının birbirleri arasında, açılışların kafasını gözünü yararak oynadıkları oyunda mı? Karpovla-Kasparov seyretse ne gülerlerdi herhalde bu oyunlara.

Bu büyük partilerin notasyonlarından öğrendiğim ben dahil bir çok kimsenin bu hamleleri ezberleyemeyeceği idi. O yüzden, küçük açmaz ve çatalların sorulduğu egzersiz kitaplarıyla yetindim, bir süre, tamamen satrancı bırakana kadar. Bu bile, okul kantininde epeyi oyun kazanmama yetmişti. Çok bilmez diyenleri perişan edebildim bu sayede.

Satranç çoklukla gerçek hayatla kıyaslanır. Hayatın ne kadar satranca benzediğinden söz edilir. Oysa satranç kaybetme kazanma esası üzerine kurgulanmış bir oyundur, bir savaş oyunu/simülasyonudur. Sıfırla bir gibi net bir sonuç için oynanır, ya hep ya hiç yani.  Bir netice için oynanır, sürgit bir süreç değildir. Fakat hayatta bir çok konu bir netice için değildir,  karşılıklı etkileşimlerinde kazananı kaybeden olmayan iç içe geçmiş bir çok süreç vardır. Belki dönem dönem olayların zoruyla kapatılan cari hesaplar vardır, süreçlerin devamı için mecburiyetten ya da artık sürdürülmesinin imkansızlığından.

Tüm olası doğru hamleleri bilmek, ezberlemek mümkün bir şey değil. İnsana, hayattan öğrenmeye yer bırakan bir şey değil bu.

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Hayal meyal, Hikayeler, Şifa niyetine

Bu postu yollayıp yollamama konusunda karasız kaldım, ama sonra madem yazdım… Biraz karamsar baştan söylemesi…

Çoğu zaman merak ediyorum zihnim bunca uğraşın sonucunda teskin olacak mı? Zannetmiyorum. En azından bütün sıkıntıların çaresi olmayacak, bunu bilecek kadar büyüdüm. Belki bütün bu uğraşlar bir kaç karanlık köşeyi aydınlatıp, bir kaç dağınık çekmeceyi düzeltmede bir işe yarayacak, hepsi o.

Çocukken, Fatih’te, hastalığım yüzünden sokağa çıkmamız yasaklandığında nasıl tepki verdiğimizi hatırlarım. Kardeşimle kapıdan kaçmaya çalışmıştık. Annem bir kaleci gibi kapıya mevzi almış bizi kapıdan uzak tutmuştu. Sonra? alıştık işte, Camus’nun, galiba “Yabancı” da yazdığı bir söz vardı; hapse düşen birinin ağzından “İnsan alışıyor, İnsan bir ağaç kavuğunda yaşamaya bile alışır” mealinde bir sözdü. İnsanı yabanileştiren uzun bir inzivaydı bu, çok uzun. Uzun süren hastalıkların sersemleştirdiği. Üniversitede, bir okul çevresinin içine düştüğümde insanlar nasıl selamlaşıyor, nasıl ayrılıyor diye bakıp taklit etmeye uğraşırdım.  Normalleşmeye başladıktan sonra, beni 3-4 yıllığına tekrar eve kapatan hastalığın ardından, bir yılbaşı akşamı kardeşimle beraber gittiğimiz bir yemekte “Nasılsın?” sorusuna “Sağol, iyiyim, sen nasılsın?” , diye cevap verememek ise yabaninin geri döndüğüne işaretti.

Sonra, Fatih’ten Bakırköy’e taşındığımızda sokağa çıkma yasağımız kısa süreliğine kalktı, bir kaç hafta ya da ay, artık tam hatırlamıyorum. Top oynayan çocukların arasında karışmam, kısa süreli koşturmam ki pek gücüm yoktu, sonra annemin gelip endişeyle beni seyretmesi, oyundan çıkıp kenardan seyretmem. Bazen düşünüyorum bu kadar çok dağılmanın arkasında galiba sadece “yapmak”  var , yani önüme gelen her şey sanki bana yapamazsın dediği için durup, tüm işimi gücümü bırakıp onu yapmaya çalışıyorum. Yapamamak bir kafes gibi, tanıdık bir duvar. Bunlardan en enteresanı ney oldu. Ney üflemekte en zoru sesi çıkarmaktır dendi, 2-3 ay uğraşıp sesi çıkardım ve bıraktım. Bir daha elime almadım. Yapabileceğime aklım kesmişti, sonra bir ara geri kalan kısmını da yapardım. Nelerle uğraşıp bırakmadım, şimdi aklıma gelenler – satranç, yağlı boya resim, mandolin/gitar çalmak, tai chi, reiki, astronomi, borsa, piyano, web sayfası yapmak, ney üflemek, apps yapmak, kitap çevirmek- hiç birini doğru dürüst yapacak kadar sebat edemedim ya da vaktim yoktu bilmiyorum yahut maksat sadece yapıp yapamayacağımı anlamaktı. Peşini bırakmadığım bir iki şey de var çok şükür bu hobi mezarlığında- boşuna uğraşmadığımı söyleyen bir kaç teselli.

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Hayal meyal, Hikayeler, Şifa niyetine

..

9014_551409904891597_1295310335_n

 

Sıdıka teyzelerin evi çocukken bayramlarda neşeyle ziyaret ettiğimiz yerlerden biriydi. Bayramların ilk günü dedeme oradan da anneanneme, Beşiktaş Akaretlere gidilirdi. İkinci gün teyzelerle, halaların günüydü. Baba tarafında halalar ve teyzeler boldu. Hemen hemen hepsi Fatih ve Karagümrük çevresinde olduğundan birinden çıkılır birine gidilir; çay, tatlı ve şekerleme ile şeker komasına girilir, mendiller toplanırdı. O zamanlar bayramlarda büyüklerin mendil hediye etmesi adettendi.

Sıdıka Teyze, kızı Hatice Teyzeyle, ki herkes ona Hatçe derdi, Edirnekapı  Camiinin yakınında muhtemelen yukardaki eski resimde bulunan evlerin olduğu bir yerlerde oturuyordu. Bizim için o yüksek divanlı teyzeydi. Hatırladığım bir köşede oturan, kısık sesle konuşan, sık sık sessizce gülen, güler yüzlü, ufak tefek bir ihtiyardı  İkinci kata çıktığımızda yola bakan pencerenin önüne teyze sokağı seyredebilsin diye yüksekçe bir divan(/sedir?)  konmuştu. Babamın dediğine göre ev önce bir katlı yapılmış, sonra teras kapatılmıştı. Fakat pencereler yukarıda kalınca Sıdıka teyze pencereden yolu seyredebilsin diye taht misali yüksekçe bir divan pencerenin kenarına kondurulmuştu.  Çocuk boyumuzla tırmanarak çıktığımzı bir divandı bu, ve bizim için hep eğlenceli bir şey olmuştu. Her bayram bir mendilimiz garantiydi. İki katlı evin kapısına ucunda bir mandal olan düzenek koymuşlardı, gelen mandalı çekip kapıyı açabilsin diye.

Sıdıka teyzenin, enişteyle beraber gençken, Mescid-i Aksa’nın restorasyonu için Kudüs’e gittiklerini anlatır babam. Eniştenin ne ustası olduğunu hatırlamıyor, ama oğlu Nihat abi vitray ustasıymış. Muhtemelen Mescid-i Aksa’nın vitraylarında eniştenin emeği var.  Yıllar sonra onları tanıyan bir vitray ustasına, üniversite için Bahçelierevlere taşındığımızda komşu olmuştuk- en üst katta oturuyorlardı. Bunları yazmak için babamın sorduğumda dedemin babasının da çok eskiden Fatih Camii’nin restorasyonunda çalıştığını söyledi. Bir ustalığı yoktu herhalde, getir götür işlerine bakıyordu herhalde, yani amele idi.

Hatçe teyze çocuk felci geçirmiş. İnatçı bir şekilde hayata tutunmuş. Çocukken yürüyüşüyle arkasından alay edenleri gülerek anlatırdı. O çocukları kızıştıranla yıllar sonra karşılaşmasını ve onun başını öne eğişini.  Galiba çocukların ele başı olan bu şahıs  yürüyemiyormuş.

Ara sıra bize yatıya gelirdi, biraz terziliği vardı. Etek vs dikerdi. Oğulları Barbaros ve Yavuz abiyi anlatmayı severdi. Yoklukta tek başına büyütmüştü. İki üniversite bitirmeleri dalga geçerdi ama içinden koltukları kabarırdı sanırım. Kübra Teyzeyle yaptıkları bir yolculuğu da her seferinde anlatırdı. Minübüsten inerlerken muavin yardım etmek istemiş, Kübra teyze sofu olduğundan elini vermemiş. Halbuki ihtiyarız, oğlumuz yaşında çocuk der gülerdi. Hatçe teyze elini verip muavini teselli etmiş.

Lise sonda uzun bir hastalık fırtınasından sonra bir gece yataktan düşüp ayağımı kırmıştım.  Uzun süre ayağımı kırdığımı anlayamadık, kasıklarda bir iç kanama olduğunu zannettik. O halimle üniversite sınavının birinci sınavına girdim. Yarım saat erken çıktığımı hatırlıyorum. Doğal olarak okula gidemiyordum, üçüncü kez hastalık yüzünden devamsızlıktan kalmama ramak kalmıştı. Annem ortalığı ayağa kaldırdı. Yengem valiye gitmiş. Okula telefon açıldı, ortalık karıştı. Fakat kuralları aşmak mümkün değildi. Bu arada birinci sınavı kazanmıştım. Evde yatıyordum ve benim dışımda dünya benim için ayağa kalkmıştı.İyice bunalan okul yönetimi mevzunun çözümü için Ankara’dan MEB dan devamsızlık için af çıkması gerektiğini söyledi ve durumu anlatan bir  dilekçe yazarak topu attı. İyi de Ankara’da bu dilekçeyi kim takip edecekti? Hatçe teyze “Ben Enis için giderim”, dedi. Ankara’da akrabaları varmış, kalktı gitti. Ve sınavlara iki hafta kala telefon etti, Enis çalışsının olacak demiş. Beni aldı bir telaş, çalışmayı tamamen bırakmıştım, kursu bırakalı epeyi olmuştu. Elimdeki notlarla birlkte çalışmaya başladım ve ikinci sınava da girdim. Sınava bir kaç gün önce Yavuz abi geldi, ve tercihlerime baktı – İşletme, iktisat ağırlıklı kısa bir tercih listesiydi- “Maliye falan yaz”, dedi. Ben de MÜ Maliye ekledim ve son dakika önerisiyle yazdığım yeri kazandım. Hatçe teyzenin gayretleri netice verdi, devamsızlıktan kalmaktan kurtuldum. O sene benle beraber devamsızlıktan kalacak üç kişi varmış. Bana af gelince onların reddedilmeleri söz konusu iken onlarda geçmişler.

İnsanın kendi dışında bir kaderi olduğuna inandığım bir sene oldu o sene. Ayaklarımı yataktan aşağı dahi indiremediğim bir haldeyken aşağı yukarı hiç bir şey yapmadan liseyi bitirdim, üniversiteyi kazandım. İlk sınavda yarım saat kala çıkmıştım, ikincisinde tekerlekli sandalye ile ilk kattı uçtu uçtu yaptılar Vatan caddesindeki Adilye yüksek memur okulunda. Birinci kattan beşinci kata neyse ki asansörle çıktık. Eve nasıl döndüm, beş kat nasıl çıktım tamamen gitmiş vaziyette. Babam kucaklayıp çıkarmış olabilir.

Hatçe teyze çocuklarını evlendirdikten bir müddet sonra huzur evine taşındı. Aslında gitmek istediği Etiler’deki huzur eviydi. Ama doğrudan gidemeyince önce Hatay’daki bir huzur evine gitti, bir sonra sonrada Etiler’e yatay geçiş yaptı. Bir kaç bayram ziyaret ettik. Son gittiğimizde bizi tanımadı, alzheimeri ilerlemişti. Hatçe teyze kaderimi değiştirmiş (/yön vermiş/rol oynamış? ) bir insandı. Hiç kimseye yetişemediğimiz gibi ona da yetişemedik. Allah rahmet eylesin.

 

10899863_10152968092248713_233848837_n

 

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Hayal meyal, Şifa niyetine

..

fotograf5

Naciye hala aslında halamız değildi. Babamın halasının kızıydı. Şimdi bir türlü yüzünü hatırlayamadığım halaya büyük hala derdik. Geçen sene küçük bir miras davasında asıl isminin Rüküş olduğunu öğrendiğimizde hepimiz şaşırdık. Babam bile yorgun hafızasıyla güç bela hatırlamıştı halasının ismini. Her gittiğimizde köşede oturan neşeli bir ihtiyardı büyük hala.

Büyük halanın üç kızı, bir oğlu vardı. Büyük oğlu Belçika’ya çalışmaya gitmişti. Naciye hala en büyük kızdı, Dedemin onun doğum tarihini söyleyerek kızdırdığı hep söylenirdi, galiba 1923 doğumluydu. Rahmetli takılmayı mı severdi ne:) Naciye hala bende hep otoriter bir izlenim bırakmıştır, güçlü biriydi. Parmağını Tekel’de, çalışırken makineye kaptırdığını öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Ellerini hep önünde kavuşturup yumruk yapması ondandı herhalde. Güçlükle, zorla Bakırköy’deki evlerini maaşla, kıdem tazminatıyla almışlardı. Büyük hala hep bu evde Naciye halayla yaşadı.

Babam enişte hakkında, yani büyük halanın eşi hakkında hep bir hikaye anlatır. Babamın ustası Hasan abi onun kalfasıymış. Askerden izinli geldiğinde dükkanın önünde oturup tavla oynamışlar. Enişte zarı attıktan sonra uzun süre hareketsiz kalınca, Hasan abi gayri ihtiyari “Niye oynamıyorsun, ne hinlik düşünüyorsun abi?” demiş. Oysa enişte o sırada vefat etmiştir. Babam ölüm mevzu açılınca, onun aniliğini anlatmak için bu hikayeyi anlatır. Burada parantez içinde bir dedikodu vereyim, Hasan abini aklı hep Naciye halada kalmış. İstetmiş mi, daha sonra tekrar açılmış mı o kadarını bilmiyorum 🙂

Üç kız kardeş de geç evlendi ve üçünün de çocuğu olmadı. Galiba ilkin en küçüğü evlendi, nikahında çekilmiş resmini hatırlıyorum – oldukça eski olmalı. Cumhuriyetin ilk nesliydiler.

Burhan eniştenin Naciye hala ile olan evliliği ikinci evliliği idi. Bir kızı vardı galiba. İnce ruhlu adamdı, Naciye halaya “Geç buldum, çabuk kaybetmiyeceğim”, dermiş- şarkıdaki gibi.

Akşamları pek aydın olmayan, çoğunlukla ıssız sokaklardan, gece gezmesine gidilirdi o yıllarda. Terörün en şiddetli olduğu yıllardı. Yenimahalle tren istasyonun altından geçip loş fidanlığın yolundan Kartaltepe’ye çıkardık. Telefon yoktu, evde kimse bulanamazsa bir kağıda “geldik bulamadık” yazılıp kapıya sıkıştırılır ya da bir komşuya denk gelinirse ona haber bırakılıdı. Habersiz, teklifsiz gece gezmelere gidilen yıllardı. Naciye halalara gitmek demek kardeşimle benim için Hidayet abinin oğlu Yalçının bıraktığı legolarla oynamak demekti. Onun için gitmeyi sevdiğimiz yerlerdendi. İlk Dosteyevskiyi Burhan eniştenin yataklı kanapenin küçük kütüphanede gördüğümü çok iyi hatırlıyorum. Babam Demirelci Burhan enişte Ecevitçiydi, birbirlerini yormadan sakince memleket meseleleri üzerine sohbet ettiklerini hatırlıyorum, ne konuştuklarını hatırlamasam da asla yüksek sesle konuşmadıklarını hatırlıyorum.

Burhan enişte çok sigara içerdi, gırtlak kanserinden vefat ettiğinde hepimiz üzülmüştük. Sigaraya karşı oluşumuzde biraz da Burhan eniştenin bu zamansız ölümünün rolü vardır. Ölümüne az bir zaman kala bizimkilere bana iyi bakmalarını tembih etmiş. Son on beş gününde, konuşamadığı zamanlarında önündeki mendili katlayıp açarak Kur’an okunmasını istemiş rahmetli.

Naciye hala becerikli bir kadındı. Burhan enişteden sonra küçük elişleri/ yağlı boya tablolar yapıp oyalandı. Güzelce’deki yazlıklarına gittiğimizde bizi misafir etmeyi severlerdi. Benim Agatha Christi’ne sardığımı, cinayet romanları okuduğumu annem endişeyle anlatınca bana Aslan Asker Şvayk’ı önermişti. Şimdi adını hatırlamıyorum, Orta Çağ’da bir çalgıcının başından geçenleri anlatan ciltli bir romanı da hediye edivermişti. İkisini de öyle komik bulmamıştım, ama halanın önerdiği kitaplar oldukları için önemsemiştim. Kendi kendine Kur’an okumayı öğrenmişti, Yasin’i okuyarak. Türkçesini ve Arapçasını masaya koyup, sıkıştığında Türkçesinden yardım alarak. Hastalanmadan evvel Sızıntı dergisini okumaya başlamıştı, hatta bana bir tanesini incelemem için vermişti.

Bir mezarlık ziyaretinde güneşte çok kalınca beyin kanaması geçirdi. Hastahaneden çıktığında kendini biraz toparladı, bir müddet sonra kendi işlerini yapabilecek hale geldi, ama evden çıkamıyordu.Küçük kardeşinle 8-9 sene yaşadı. Bize ne zaman gelseler hastalırdım, nazara inanmama sebep olan şeylerden biriydi bu. Hoş benim hastalanmam için bahaneye gerek yoktu. Bir keresinde ziyaretine gittiğimde çok hoşuna gitmişti. Eve bir kedi almışlardı. Çok fazla hareket edemiyordu. O ziyaretten sonra gene hastalandım. Hastalıktan bunalmıştım, kendi kendime bir daha gitmeyeceğime dair karar verdim. Bu karar en büyük pişmanlıklarımdan biridir. Bu hatırşinas, iyi insanı keşke hasta olma pahasına ziyaret etseydim. Bugün yaşasa yapar mıyım bilmiyorum, ama herhalde o zamanki kadar katı olmazdım.

 

282139_10150263886393674_7579249_n

Güzelce

 

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Hayal meyal, Kısa notlar, Şifa niyetine

…..

Hâlâ sıkılmadan dinleyebildiğim bir Doors kaldı galiba. Halbuki bana ne kadar da yapmacık gelirdi bir zamanlar, şimdi ise başka şey dinleyemiyorum.

Büroyu açtığımız yer, her tarafı meslektaşlarla çevrili bir handı. Belkide hanın en kötü yerlerinden biriydi. Penceresi yoktu, üstümüz terastı, yazları yanardı. Vantilatörün hediye edilmesi için bir kaç yaz geçecekti. Her ne kadar serinletse de aptallaştırırdı.

Üst katımızda S. abinin bürosu vardı. Bir abi nasihatı mıydı, mesleki rekabetten mi kaynaklanıyordu bilmiyorum; bu mesleğin yapılmayacağını, vakti varken bırakmamı söyler dururdu ikide bir. O zamanlar bunu her söylediğinde canım sıkılırdı, es kaza hastalansam kimsenin beni uzun süre işte tutmayacağından korktuğumu, onun için bağımsız çalıştığımı söyleyemez, sadece susar dinlerdim. Zaman onu da, beni de haklı çıkardı. Meslek pek bir şey kazandırmadı ve ben uzun süren hastalıklardan büroyu koruyarak çıktım, benim bunda çok bir katkım olmasa da.

Son günlerde hastalığın en derinlerinde kendi kendime sorduğum o garip soru gibi, kendimi mesleki başarımı (?) sorgularken buluyorum. Tesellisi kimsenin üstüne basmadan mesleği yapmış olmam; en azından bilerek, isteyerek yapmamışımdır.

Bugün facede gayesiz dolaşırken ve bir yandan da bunun bir teselliden başka bir şey olmadığını düşünürken birden karşıma bu resim çıktı :

48140_502244623220192_530776871_n

Bakıp geçemedim, belki de hâlâ bizden ümidini kesmeyen kalmıştır diye, en azından temkinle – bir yerde, bir kenarda dursun dedim.

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Hayal meyal, Hikayeler, Şifa niyetine

..

Babamın anlatmayı sevdiği hikayelerden biri şöyledir; babaannem, galiba Dedemin rahatsızlığı sırasında Mahmutpaşa’ya başörtüsü örer. “Baş örtüsü örer” derken kenarlarını örermiş. Bir gün Babaannemin iş yaptığı esnafı askere çağırırlar. Adamcağız üç ay sonra evine döner, ama çocuklarının hepsini tabiatı değişmiş bulur. Eve bir tepsi baklava aldırır. Çocuklar tepsiyi silip süpürür. İkinci tepsi alınır, çocuklar bu sefer de eskisi gibi saldırırlar tepsiye, ama yerken biraz zorlanırlar. Üçüncü tepsi gelince ise kimse onun yüzüne bakmaz. Esnaf ise ” hah gözleri doydu” der, rahatlar:)

Standart
Hatıralar, Hayal meyal, Şifa niyetine

..

Sakallarım beyazlıyor, saçlarım dökülüyor. İhtiyarlıyorum. Benden evvel dört abim doğum esnasında ölmüş. Ben yaşayayım diye adımı Yaşar koymuşlar.Annem eskiden anlatırdı, ben doğmadan bir falcıya baktırmış, falcı ” merak etme, altmış yaşına kadar yaşar”, demiş. Çocukken bunu anlatırdı, merak etme iyi olacaksın demekti. Şimdi 50 ye merdiven dayadım. Falcı haklıysa on kusur senem kaldı:) . Hemofilinin çaresi bulundu gibi, ama ben yetişirmiyim bilmiyorum. Bu sene için ümitlenmiştik, ama galiba iki seneyi alacak, bekleyeceğiz.

Bir de küçük bir para kesesi vardı hatırladığım. Eski değersiz bozuk paralarla dolu idi. Yaşayayım diye beni babaanneme satmışlar:) Bazen kızdığımda annem derdi “Ona sattık ondan onun gibi asabi oldun” diye. Bir taşla iki kuş, hem bana hem kayınvalideye taş. Sonrada hızını alamadan eklerdi “Ölmüş gitmiş kadının arkasından beni konuşturuyorsun”, diye. Şimdi yazarken farkettim, sağlam fırçaymış:)

Standart
Hasar tespiti, Hatıralar, Şifa niyetine

..

II.

Termal uzaktan belirdiğinde hepimize garip gelen bir şey oldu. Dolmuştan indiğimizden beri karda düşmemeye çalışarak yavaş yavaş ilerliyorduk. Her taraf beyazlanmaya başlamıştı. Her kar yağdığında oluşan o sessizlik her yana çökmüştü. Buna rağmen otelden neşeli sesler, kahkahalar gelmekteydi. Ancak otele yaklaştığımızda bu seslerin nedeni anlayabildik; kar yağarken otelin açık havuza girip yüzen bir sürü neşeli insan vardı. Uzun zaman anlatacağımız bir şey oldu bu görüntü. Sömester tatilinde olmalıydık, bir kaç günlük yola çıkabildiğimize göre. Herhalde birisi kaplıcanın ayağa iyi gelebileceğini söyledi de biz de şansımızı denemek için buralara geldik. Dönüşümüz oldukça maceralı oldu. Kardan dolayı yarı yolda bir küçük yazıhanede mola vermek zorunda kaldık, otobüs değiştirdik, Boğaz Köprüsü (ben hatırlamıyorum ama) beşik gibi sallanırken üstünden geçtik.

Sonraları ayak yavaş yavaş düzelmeye başladı, dizdeki şiş indi, ayak açılıp kapanmaya başladı. Bunda kapı komşumuz beden eğitimi hocası E. beyin talk pudrası ile yaptığı masajın katkısı büyük oldu. Bu arada hayat devam etti, öğretmenim S. hanım ziyarete geldi (Altın kitaplardan “Polyana”yı alıp gelmiş, Altın kitaplardan aldığım ikinci kitap oldu. İlki teyzemin aldığı “Tom Amcanın Kulübesi” idi. Hastayken kitap okuma alışkanlığım herhalde böyle başladı), Semiha Yankı önce birinci sonra sonuncu oldu, Elvis öldü. İlk alacakaranlık böyle son buldu. Kısa süreli problemlerin haricinde önemli bir problem orta sona kadar olmadı. Esas fırtına orda koptu.

Ne zaman aklıma geldi bilmiyorum hatırladığım, güneşli bir gündü ve yine hastaydım yatıyordum.  Bu güneşli günde herkes gibi dışarda olmak güzel olurdu diye düşündüm herhalde. Sonra aklıma şu düşünce geldi, herkes dışarda değildi. Bu kadar insan arasında benim gibi dışarda olmayan, evde yatan insanlarda vardı mutlaka. Aptalca bir fikirdi belki ama beni rahatlatmıştı o zaman. Evet, güneşli günlerde evde yatanlar kulübü varsa ben ona üye idim:) Sonraları böyle güneşli günlerde hatırladıkça beni rahatlatan bir şey oldu bu. Böyle sıkıntılı günlerde insanın aklına her hastalığın diğerleri gibi geçeceği, hayatın kaldığı yerden devam edeceği düşüncesi gelir, ben dahil. Şimdilerde ancak yeni yeni anlıyorum ki bunlar hayatın fragmanları değil kendisiydi. Hastalıklı dönemler yekün tutsa da bana biçilmiş hayatın parçaları, görmezden gelinecek, ikinci dereceden zamanlar değildi. Hastalıklarla delik deşik edilmiş bir hayat değil benimkisi, bizzat kendisi. Sıkıcı ve iç karartıcı olmasını hesaba katmazsak var olmayan, hikayesi bulunmayan bir hayat değil. Babamın hayatını tekrar etmek, çoğunluğun yaşadığı gibi yaşamak mümkün olmadı. Ama bu hayatımın eksik, arızalı, acınası olduğu anlamına da gelmiyor. Belki seçme şansım olsaydı bunu seçmezdim, ama kaç kişinin hayatta seçme şansı vardır ki.

Asıl fırtınayı yazar mıyım? Yeterince iç karartıcı şeyler yazdım, belki biraz vakit geçtikten sonra…

Standart
Hatıralar, Hayal meyal, Şifa niyetine

..

I.

Koridoru niye koşarak salona girmeye çalıştım tam bilemiyorum. Niye koştun diye sorulunca Lourel Hardy başladı onun için demiştim. Kapıya çarpıp düşünce dizim şişti. İlk okul üçe gidiyordum. Niye koştum? , belki gerçekten tv içindi, çocukluk işte. Sonradan onu açıklamaya çalıştığımız, bir sebep yakıştırmaya çalıştığımızda “Lourel Hardy başlamıştı” cevabını kabul etmiştik. İnsanın içini rahatlatan bir açıklama idi; koşmasaydım kapıya çarpıp düşmeyecektim, dizim şişmeyecekti. O halde bundan sonra koşmamalıydım. Daha sonra okul bahçesinde kurtarmaç oynayan çocukların arasına sızıp koştuğumda öğretmenin kalkan kaşlarıyla gene ölçüyü kaçırdığımı hatırlar, suçlu bir şekilde sınıfa dönerdim, öğretmen de tenbihliydi. Son zamanlara kadar duran eski karnelerde yazardı 52 gün okula gitmemişim. Yenimalleye geçtiğimizde alınmış yataklı kanepede uzun süre yatmıştım. İlk koltuk değneği o zaman alınmıştı. Tahtadan, koltuk altına sıkıştılan türden küçük bir koltuk değneği idi. Plastik ve dirsekden kuvvet alanlar sonraları çıktı. Lisede amcam bunlardan bir tane getirmişti. İlk defa Ankara’ya o zaman gitmiştik. Hacettepe’de bu uzun süren diz şişi için bir çare bulunabilir miydi? ona bakacaktık. Gece yapılan Mavi Tren yolculuğu, yataklı trende yatmak hep yeni şeylerdi. Ve her yeni şey gibi neşe vermişti. Galiba taksicinin tavsiyesi ile hesaplı bir otele Cumhuriyet oteline gitmiştik. Otel hakikatken Cumhuriyet döneminden kalma olmalıydı, izbe denmese bile eski ve bakımsızdı. Daha sonraları andıkça güldüğümüz bir oteldi. Hacettepe büyük bir hastane idi gerçekten, Guraba kadar büyük ama ondan yeniydi. Yeniliği tıbbın ulaşabildiği son nokta diye düşündürüp güven veriyordu. Kayıt yapıldı, üzeri dolmakalemle doldurulmuş küçük beyaz bir kartımız oldu. Annemin sakladığı eski evrakların içinde belki hâlâ duruyordur. Plazma şişesinde faktör verildi. O zamanlar plazmadan çok daha kuvvetli bir şey denmişti, henüz faktörün ne olduğunu bilmiyorduk. Dönüşte Ata’nın huzuruna çıktık. Değnekle biraz yürüyebiliyordum, merdivenleri de öyle mi çıktım hatırlamyorum ama Ata’nın kabrinin başına kucakta gittiğimi iyi biliyorum. Bir baba için ağırlık değil muhtemelen, belki elinden geleni yaptığı için huzur vericidir de. Evladı ise tüketen bir şey. Hiç unutmam, ondan epeyi sonra on sekiz yaşımdayken, üniversite sınavından dönerken beni dört kat merdiven yukarı gene kucakta çıkaracaktı.
Devam edecek…

Standart