Film

Muhtemel Aşk

Son zamanlarda izlediğim iyi filimlerden biri. Yazıyı podcast olarak Youtube da da paylaştım

Öncelikle, filmi henüz izlememiş dinleyicileri uyarayım: bu podcast spoiler içerir. Podcasti, filmi izledikten sonra dinlemeleri onlar için daha iyi olacaktır.

“Muhtemel Aşk,” Thomas Stuber’ın yönetmenliğini yaptığı ve başrollerini Franz Rogowski ve Sandra Hüller’in paylaştığı bir film. Yönetmen, bir aşk hikayesini modern toplumlardaki toplumsal yabancılaşma, iletişimsizlik ve yalnızlık temaları üzerinden anlatıyor. Film, üçe bölünmüş ve her bir bölüm başrollerde oynayan bir kahramanın adını taşıyor: Christian, Marion ve Bruno. Tahmin edileceği gibi, bu bölümlerde hikaye onların hayatları üzerinden ilerliyor.

Film, bir marketin açılışı ile başlar; Mavi Tuna eşliğinde forkliftlerin dansını izleriz. Ardından, işe yeni başlayan Christian’ın tek kişilik bir önlük giydirilme törenini izleriz. Mağarayı andıran bu markette, tamamen Alman olan çalışanların müşterilerle teması çok nadirdir. Genelde bütün gün yaptıkları şey, rafları tekrar tekrar doldurmak ve forkliftle raflar arasında gidip gelmektir. Bu distopik atmosferde, mavi yakalı işçiler bir Sisyphos efsanesi gibi her gün boşalan rafları tekrar tekrar doldururlar.

Thomas Stuber abartıyı, büyük oyunculukları sevmiyor. Karakterlerin derin yalnızlıklarını minimal ve doğal bir şekilde yansıtmayı tercih ediyor. Raflar arasında dolaşan kameralarda bazen bir öksürükte, bazen bir bakışta artık kanıksanmış derin yalnızlıkları, yaşanmış trajedileri seyirciye ima yoluyla hissettirir. Herkesin hayatlarında yaşadıkları bir trajedi sonucu buraya sığındığını biliriz ama nedenini bilemeyiz. Stuber, metaforlarını da açık açık göstermez. Ancak ikinci seyredişte, Christian ve Marion’un ilk karşılaşmasındaki özgürlüğün ve dış dünyanın sembolü olan okyanus sesini fark ederiz. Gün ışığı görmeden yaşanan hayatlardaki derin yalnızlığı ise bütün film boyunca hissederiz.

Marion ve Christian, bu derin yalnızlık içinde bir aşk ihtimalinde hayat bulurlar. İhtimal dedim çünkü Marion evlidir ve ileri gitmek istemez. Christian ise utangaç bir şekilde herhangi bir geri adım atmadan bekler. Bu aşk ihtimali, karakterlerin bir yerde hayata tutunma çabalarını simgeler.

Bir distopyaya sığınmış gibi görünen market ahalisi oldukça kontrollü, çalışkan ve ketumdur. Herkes her şeyden haberdardır, bu yüzden hiç bir şey gizli kalamaz. Her ne kadar birbirlerine karşı mesafeli olsalar da sessizce ve nazikçe birbirlerine sahip çıkarlar. Herkesin kendi iç dünyasında yaşadığı bu asosyal ortamdan beklenmeyecek gizli bir dayanışma vardır. Asosyalliğin sonucunda ortaya çıkması beklenecek şey olan empati yoksunluğudur ve onun doğal sonucu olumsuz duygular, ama burada kıskançlığa, öfkeye, hırsa şahit olmayız. Aksine, umutsuzca da olsa kendine has bir insanlık rafların arasında yaşanır. Kontrollerini kaybettiklerine çok nadir şahit oluruz; çöpten umarsızca ve sınırsızca, hırsla yemek yemelerinde ya da aşk acısıyla içip işe bir saat geç kaldıklarında. Bu, insana Alman disiplini dedirten bir sahneydi.

Kimsenin hikayesini bilmeyiz; bir tek Bruno ve Christian birbirlerine bir şey anlatır ama o da doğru çıkmaz ya da birbiriyle çelişir. Christian, hapse giriş ile ilgili olarak Marion’a ve Bruno’ya farklı farklı hikayeler anlatır; Bruno bir karısı olduğunu söyler ama sonra evli olmadığı ortaya çıkar. Bu yüzden birbirlerine anlattıklarının da ne kadarının gerçek, ne kadarının özlem ve hayal olduğunu bilemeyiz. Diğer yandan, bu yalanlar onların içsel kırılganlıklarını ve toplumsal baskılara karşı savunmasızlıklarını da ortaya koyar. Yaşadıkları yerde güçlü görünmek için söylenen yalanlardır ya da zayıf görünmemek için. Kişisel alan konusundaki bu ketumluğa rağmen birbirlerini kollarlar. Birbirlerine duydukları şefkat konusunda ise kendilerine karşı oldukça cimridirler. Evlerinin bakımsızlığı sanki onların iç dünyalarının resmidir.

Bana, Habermas’ın “yaşam dünyasının kolonileşmesi” teorisinde bahsettiği kamusal alanın insanlar için kaybını anlatan ortam buna denk düşüyor gibi geldi. Filmde çalışanların sistemle bir irtibatları yok. Otorite olarak kimseyi görmüyoruz. Ama biliyoruz ki bir otorite tüm sistemi izliyor. Sistemle, yaşam dünyaları tamamen kopmuş durumda ve sistem, bütün mekana hakim olup yaşam dünyasını her açıdan kontrol ediyor. Ancak tuvalette ya da mal kabulunun yapıldığı yerde gizlice sigara içip dertleşebiliyorlar. Habermas’ın argümanı da buna benziyor. Yaşam dünyasının kamusal alandan sürülmesi, kitle kültürü ile pasifize edilmesi, insanların özel hayatlarını ve mahremiyetlerini oldukça dar alanlara, boş zamanlara sıkıştırmıştır. Karakterler arasında Habermas terminolojisi ile ifade etmek gerekirse anlaşmaya yönelik iletişimsel eylemin eksikliğini hissediyoruz.

Filmdeki kahramanların birbirleriyle olan ilişkilerinde mesafeli, tutuk ve beceriksiz oluşları bir yabancılaşmaya işaret ediyor. Yönetmenin, karakterlerin daha önce yaşanmış bir takım trajediler sonucu hayata küsmüşlüklerine işaret etmesi de bundan olabilir. Özel hayatların tahribi, kitle kültürüne esir düşülmesi, insanlarda bir yabancılaşma, içe dönüklük ve iletişimsizlik hali doğurabilir ve kişisel dünyalarını diğer insanlarla paylaşmakta isteksizlik gösterebilirler. Bu durum, toplumsal ilişkilerin yüzeyselleşmesi ve bireylerin daha fazla yalnızlık ve izolasyon hissetmesi gibi olumsuz sonuçlara yol açacaktır. Filmdeki dayanışma hali ise her şeye rağmen insani bir şeyin derinlerde bir yerde yaşadığını göstermesi açısından umut verici. Yönetmenin niyeti bu muydu bilemem. Ama çağını gözlemleyen sanatçıyla filozof aynı şeyi görmüşler galiba.

Filmde ele alınan temalar, günümüz toplumunda da geçerliliğini koruyan evrensel sorunlar. Bu bağlamda, “Muhtemel Aşk,” izleyicilere hem duygusal hem de düşünsel bir deneyim sunar. Thomas Stuber’in incelikli senaryosu, her şeye rağmen insani bir bakışın mümkün olduğunu hissettirmesi açısından hayranlık uyandırıcı. Film, çağına tanıklık eden filmlerden biri bence.

Standart

Yorum bırakın